Şehit İsmail Kaya Anısına! Yakaza Adamları !


Açıklama: ŞEHİT KARDEŞİM İSMAİL KAYA'NIN AZİZ HATIRASINA ÇIKACAK OLAN YAKAZA ADAMLARI KİTABINDAN…
Kategori: Sitemizden
Eklenme Tarihi: 01 Ekim 2014
Geçerli Tarih: 29 Mart 2024, 02:30
Site: Araştırmacı Yazar Hakan Yılmaz Çebi Web Sitesi
URL: http://www.hakanyilmazcebi.com/detay.asp?haberID=319




ŞEHİT KARDEŞİM İSMAİL KAYA’NIN AZİZ HATIRASINA ÇIKACAK OLAN YAKAZA ADAMLARI KİTABINDAN…

 

TUZLA PİYADE- KOMANDO OKULU

 

Fakültede okurken  uzaktan da olsa arkadaştık... Bir futbol maçında bana sert girişini unutmamıştım. Her savunmayı rahat geçerdim ama ona gelince nedense hep çekingen hareket ederdim. Dışarıda son derece şakacı, muzip olan arkadaş, futbol oynarken adeta kalesini kanının sonuna kadar savunmaya yemin etmiş serhad boyu çerisi gibi davranıyordu. Profesyonel futbolculara taş çıkaracak kadar başarılıydı....

 

Evet, yedek subay adayı sıradaki yapılı arkadaş İsmail’den başkası değildi. O gün ne güzel bir karşılaşma yaşamıştık. Daha önce fakülte de kendisiyle mesafeli bir arkadaşlığımız olmasına rağmen buradaki yabancılığımız her ikimizi de birbirimize iyice yaklaşmamız için zorlamıştı. Hele tombul yanaklarıyla gülümseyip ‘’Uşağum sen de mi burayasun...’’ deyişi beni ayrıca keyiflendirmişti. Öyle ya kendimi sıra stresinden de, gurbet havasından da, askerlik süresince hayatımda neler kısıtlanacağı endişesinden  asgari derece de de olsa sıyrılmıştım. Sevgili İsmail, sanki beni bu yeni hayatıma motive etmek için sipariş olarak gelmişti.

 

15 gün sonra yine Ankara Etimesgut’ta idik. Bu defa her ikimiz de asteğmen öğrenciydik ve her ikimizin de tayini Tuzla Piyade Okulu’na çıkmıştı. Kader Tuzla’da tuzladığı günleri bohçasından çıkarmaya başlamıştı artık...

 

Az evvel ilk içtimaa çıktık... Kararan hava sivil hayattan uzaklaşmamızın hüznünü iyice artıyordu. Askerlik henüz hiç birimizin üstüne oturmamıştı. Komutanlara kimimiz Hocam diyorduk, kimimiz Ağabey. Onlarda klasik olarak her defasında ‘’Burası Fakülte değil arkadaşlar...’’ deyip nerede olduğumuzu hatırlatmaya çalışıyorlardı. Gerekli olduğu hallerde bile öteden beri otoriteye alışık olmadığım için ilk günlerde bir çok muzip olay yaşıyordum. Bir defasında yine her zamanki gibi gene şapkasız dolaşırken kıdemli bir üsteğmenin uyarısıyla karşılaştım: ‘’Asteğmenim şapkanı tak!..’’

 

Cevap vermeyeceğimi tahmin etmiş olmalı ki bu sözü söyler söylemez yoluna devam etti:

 

Ancak cevabım anında geldi,

 

 ‘’Sen taktın da ne oldu?..’’

 

Bir an da dönüp yüzüme baktı, Sonra başından şapkasını çıkarıp elini başına vurarak;

 

‘’Bak işte böyle kel kaldım’’ dedi.

 

Her ikimizde gülmekten adeta kırıldık. Tahmin ediyorum kendisi de benim gibi dakikalarca bu olaya gülmüştür. Çünkü hazırlıksız ama ustaca oynanmış bir skeç gibi tezahür etmişti her şey. Bu olay askerlik hayatım boyunca yaşayacağım sayısız komik olayların başlangıcı oldu diyebilirim. Hatta bu olayı her ciddi olayda bir muzip yön aramam gerektiğine dair bir uyarı olarak da kullandım diyebilirim. Çünkü en ciddi işleri yapan insanların otoritelerini kaybetme korkusuyla diledikleri gibi gülemediklerini unutuyoruz. Oysa “yaptığın işe saygı duyuyorum ama yeri geldiğinde gül, korkma karşında bu gülücüğünü istismar etmeyecek bir insan karşında var” diyebilen bir mesajı bir çok insan bizden bekliyor olabilir.

 

Tuzla’da beşinci günümüz olmasına rağmen İsmail’i hala görememiştim.  Hangi bölükte olduğunu bilsem gidip ziyaret edeceğim ama bilmiyordum...

 

Akşam saatleriydi üzerimde anlamlandıramadığım bir hüzün vardı içimde. Bu yüzden olsa gerek nadir bulunan 40 numaralı botlarımın uçlarına baka  baka yürüyordum. Bir süre sonra nedense kafamı kaldırmak geçti içimden, kaldırır kaldırmaz onu sevgili kardeşim İsmail’i gördüm. Yüzü gül gibi açarak ‘’Uşağum nereyesun...’’ deyip, iki dost uzun süre sarıldık. Hasretimizi sarılıp biraz olsun teselli ettikten sonra ortak dostumuz Alpaslan’ın da kendisiyle aynı bölük de olduğunu söyleyerek beraber kantinde çay içmeye davet etti. Alpaslan beni görünce çok şaşırdı. Meğer fakülteden birçok arkadaş sanki sözleşmiş gibi buradaymış. O gün ayrıca askerlik sonrası İstanbul’da gazetecilik yaparken ev arkadaşlığı yapacağım sevgili Ergun kardeşimle de orada tanıştım. Şimdi düşünüyorum da tesadüf diye gördüğümüz bir çok olay meğer nasıl ince bir planın devasa parçalarıymış. Bir yerde okumuştum bir insanın hayatından bir saniyelik ömrünü kaldırsanız bütün ömrü baştanbaşa değişirmiş... İnsanın bunları düşündükçe başı dönüyor adeta...

 

Nice dostlarla tanıştığımız bu hoş sohbet çay araları televizyonda sık sık çıkan PKK katliamlarının görüntüleriyle bozuluyordu. Tabii muhabbet haliyle bu terör örgütüyle yapabileceğimiz sıcak temas bölgelerine doğru kaymaya başlıyordu. Hiç kimse ne ölmek ne de öldürmek istiyordu ama ülke üstü kapalı amansız bir savaşın içersindeydi ki hepimiz de bunun farkındaydık. Hepimiz ihtimal hesapları yapıyorduk. Kimilerimiz şu şehir tehlikeli şu şehir kebap, ah bir de orduevi çıkarsa deyip yatış saatini sallamaya çalışıyordu. Ancak terör örgütü o dönemlerde (1993-95) katliamlarını iyice artırdığından aslında hepimiz bazılarımızın dönemeyeceğini hissedebiliyorduk. Doğrusunu isterseniz her an şehit olabilme ihtimalinin de ayrı bir havası vardı!..

 

O gün kuralar çekilmiş kimi ağlamaklı kimi mütebessüm yüzle her tanıdığıyla kulis yapıyordu. Şahsen yazılanlara teslimiyetçi olduğumdan kura beni hiç heyecanlandırmamıştı. “Bismillah” deyip elimi kuraya atmış, kağıda baktığımda yazıcıya okuyarak Şanlı Urfa 20. Zırhlı Tugay demiştim. Evet, birçok arkadaşım aynı şeyi söyleyince şaşırdığım Urfa’yı çekmiştim. Önüme kim geldiyse aynı soruyu sormuş, Neresi?...

 

-         Urfa Kebabistan kardeşim...

 

deyince gülmüşler arkasından da;

 

“Ya hu sen zaten sen geldiğinden beri söylüyordun,  İnşaallah peygamberler diyarı Urfa’ya çıkacam’’ diye.

 

Gerçi ben bunu içimde niyet olarak taşıyordum ancak söylediğimi ne yalan söyleyeyim hatırlamıyordum. Fakat arkadaşlarımın bir çoğunun bu ifadeleri kullanması üzerine kendi kendime ‘’Söyleyene değil söyletene bak’’deyip işin hikmetini kadere teslim ettik.

 

Kura çektiğimiz günün gecesi her yerde İsmail’i arıyordum. Gerçi onun özel birlik kurası çekip Manisa Kırkağaç’a gideceğini biliyordum ama, ne halde olduğunu öğrenememiştim. Bu gibi hassas dönemlerde insanların ruhi durumlarına müdahale etmeyi nedense çok severim. Eksik olmasınlar onlarda bazen yaşça onlardan küçük olmama rağmen bize itimat ederler içlerindeki tevekkül duygusunu artırdığımızı ifade ederlerdi ki vesile olabilmişsek ne mutlu bizlere. Derdimizi dinleyecek madden olmasa bile manen destek verecek insanları bulamamanın ne demek olduğunu iyi bildiğimi sanıyorum(!)

 

Haa mert olmak gerekirse, İsmail’i aramamın bir sebebi de bisküvi sırası dediğimiz kantinde alışveriş sırasına girmemek olabilir. Çünkü ben ne zaman bu sıraya girsem kaynak yapan birilerine horozlanma durumuna geçiyordum. İsmail bu yüzden beni sıraya sokmaz ‘’Uşağum sen gel dayanamazsın şimdi kaynak yapanlara, ben sabrederim’’ der dakikalarca beklerdi. Bir süre sonra o aydınlık gülücükler dağıtan yüzüyle masaya gelir, vatan-millet muhabbetlerini demleye demleye en kaymaklı bisküvileri yerdik.

 

Nitekim o akşamda öyle oldu. İsmail kurayla ilgili mevzuya girmeden bir şeyler alıp geleyim dedi. Bana dönüp latife etmeden de duramadı. ‘’Uşağım sen girersen gene kavga etmeden dönmezsin’’. Güldüm... aslında kim haksızlığa dayanabilir ki bizimkisi her türlü ihtimali göze alıp kendimle birlikte başkalarının da hakkını yedirmeme gayretinden başka bir şey değildi. Haliyle kaynak yapan birini gördüğümde sıradakilerin vekaletsiz de olsa avukatı kesiliyor, bazen de benden başka kimsenin sesi niye çıkmıyor deyip sıradakilere hayıflanıyordum. Hatta bazen kaynak yapana misilleme olsun diye ben de kaynak yapmayı düşündüğümde aklıma bir büyüğün ‘’Hayrın şerle tarifi’’ olmaz sözü geliyor, içimdeki kötü adamın mantığını böylelikle çürütebiliyordum... Her neyse, İsmail masaya geldiğinde Ergün’de masaya henüz yeni oturmuştu. Biz Ergün’le sıcağı sıcağına konuştuğumuz için o sırada İsmail’e çok dikkat edemedik. Ancak masaya serdiği nevalenin sesinden de anlaşıldığı gibi elini kolunu yine doldurmuştu. Tüm ısrarlarımıza rağmen hissemize düşen aldıklarının parasını yine ödeyemedik

 

İlk önceleri sohbet daha çok Ergün’le aramızda geçiyordu. Bu arada İsmail Manisa Kırkağaç’ın soğuk bir yer olduğunu duyduğu için alacağı kalın kazak, içlik gibi takviye giysilere vereceği parayı hesaplıyordu. Yüzüne hoş bir yorgunluk çökmüştü. Tebessümleri daha çok içinden geldiği gibi değil de ruhunun temizliğinden gelir gibiydi. Yani yaradılıştan gelen yüz ifadesini kullanıyordu... Ya da bana öyle geliyordu...

 

Biz de biraz yorgun olacağız ki sık sık göz kapaklarımızı düşürerek arada bir de yere bakarak konuşuyorduk. Ancak İsmail ‘’Uşağum sana bir şey anlatacağım’’ dediğinde Ergün’de benim gibi başını dik tutabildi.

 

Buyur İsmail

 

(Hemen mevzuya girdi)

 

- Ben rüyalarımda bir yıldır kendimi alevler içinde görüyorum...’

 

- Nasıl yani...

 

-         Anlamlandıramıyorum ama Etrafımda bir şeyler patlıyor ve ben o alevler arasından çıkamıyorum. Üstelik koğuştaki arkadaşlar da geldiğimden beri bir çok gece bu rüyanın yüzünden sayıkladıklarımı duymuşlar.  Yazık gariplerimin de çoğu zaman uykusunu bölmüşüm...

 

  Sözünü bitirdiğinde yüzüme bakıp,

 

  “Sence nedir bu rüya” dedi.

 

-         Üzerinde durma be güzel kardeşim. Muhtemel şeytani rüya dedikleri cinstendir bu ’’ deyip üzerinde daha fazla durmamasını söyledim.

 

Bunun üzerine;

 

Sorun değil öyleyse... Haa yarın Ramazan’ın ilk günü ben de duşlar kapanmadan iyice temizlenip ilk orucuma tertemiz başlamayı düşünüyorum. sahurda görüşmek üzere İnşaalah’’ deyip yanımızdan ayrıldı.

 

Ergün’le bizde 5-10 dakika daha oyalanıp günün yorgunluğunu atmak üzere yatakhanelerin yolunu tuttuk.

 

Ömür Sayfasında

Son Gece...

 

Nöbetçi tarafından sahura kaldırıldığımızda saat sabahın dördüydü. Dışarı soğuktur diye parkemi sırtıma aldığımda bol olduğunu farkettim. Yağmurdan ıslanıp üzerimde kuruyunca bollaşmıştır deyip üzerinde durmadım. Yemekhanede 6. Bölük’e ayrılan masada hem sahur yemeği yiyor hem de İsmail’i görmek maksadıyla bulunması bulunduğu bölüğe ayrılan masalara bakıyordum.. Uzun süre bakmama rağmen göremedim. Hatta bu arada yediklerimden de bir şey anlamadım. Tam yatakhaneye mi döneyim yoksa sabah namazına kadar camide kalıp, namazı  kıldıktan sonramı dönerim şeklinde bir planlamayla ayağa kalmıştım ki, sevgili kardeşimin mahmurluğumu üzerimden atan ‘’Uşağum benim parkemi almışsın. Senin zaten bizim Komando bölüğünde gözün vardı, yoksa önden parkeni mi yolladın’’diyen latifeleriyle karşılaşıp kendisini kucakladım. İçim sevgiyle doldu.

 

Apar topar ayaküstü parkelerimizi değiştik. Sonra ben ona teklif etmeden o bana teklif etti. ‘’Haydi uşağum sabaha kadar camide ibadet edelim. Sonra sabah namazını da kılar öyle gideriz koğuşa...’’

 

“Canıma minnet... Tamam” dedim.

 

İkimizde ara ara gece namazı kılıyorduk. Ben bir ara dinlenmek istedim. Gözlerimi caminin içinde gezdirirken bir ara İsmail’in namaz kılışına dikkat ettim. Nedense müthiş bir cazibeyle namaz kılıyordu. Sanki ilahi bir ahengi yakalamış da o ahengin cazibesini aksettirir gibiydi.  O kadar vakarlı ve güzel kılıyordu ki besbelli üzerinde ilahi kudretin nazarları vardı. Bu beton dökülmüş kalpcağızıma bile sirayet edebilmişti. Bir ara içimden ‘’İnsan namazını son namazı gibi kılmalı” dedikleri bu hal olsa gerek diye bir düşünce geçti. İsmail’e bir süre imrenerek baktım.

 

Nedendir bilinmez ama bu akşam İsmail için çok farklıydı. İbadete adeta doymuyordu. Kendisine bir türlü yetişemiyordum. Hele bir ara selam verip bana döndüğünde beni adeta şok etti. Hafif celalli bir ses tonuyla;

 

’Niye namazını  tadili erkanıyla tam olarak kılmıyorsun!..’’ deyiverdi.

 

Kısa bir süre afalladım. Sanki İsmail’in içinden başkası konuşuyordu. Oysa namazlarımı kendimce dikkatli kıldığımı sanırdım. İsmail’e cevap veremedim haliyle de sustum. Zira sesi de kendisi de çok heybetli göründü bana.Üzerinde inanılmaz bir ciddiyet vardı.

 

Vakit sabah ezanına yaklaşmıştı. Yüzüme baktı bu defa yine o hoş çehresiyle  ‘’Sabah ezanını ben vereceğim’’ dedi. Bu defa şaşırmadım. Çünkü İsmail bu gece farklıydı. İçimden ‘’Ha de hayırlısı demek geçti’’

 

O kadar güzel ve yanık bir ezandan sonra bir de kamet okudu. Ardından hep beraber sabah namazımızı kıldık. Daha sonra çarşı iznine çıkacağımız sabah içtimasında buluşmak üzere yatakhanelerimizin yolunu tuttuk.

 

 

 

Son Güller...

 

Bir hafta evvel Tuzla piyade Okul Komutanlığı’na  MİT’ten, yedek subay öğrencilere bombalı saldırı yapılacak diye bilgi geldiğini duymuştuk. Aramızda Emniyette çalışan polis arkadaşlarda bulunduğundan meseleleri sürekli olarak ciddiyetle tahlil edebiliyorduk. Hatta saldırı olması muhtemel mıntıkaları bile bir kısım komutanlara ifade etmiştik. Bunun üzerine bir komutan sinirlenmiş “korkmayın arkadaşlar bir şey olmaz, bu kadar ödleklik size yakışmıyor’’ demişti ki bu sözü söyleyen üsteğmen askerlik mesleğine yakışan son derece dürüst ve inançlı biriydi.  Buna rağmen sözlerindeki  korkaklık ifadelerinden alındım. Oysa bu sözü iyi niyetle ortaya söylemişti ama yine de onuruma yedirememiştim... ‘’Kim ödlek.. Ödlek olan bu devirde bir çok arkadaşımız  gibi erken askerlik kararı aldırıp buraya gelir mi?. Fakülteyi bitireli daha üç ay olmadı memleketi ateş içersinde gördük ve geldik. Üstelik bu işi de maaşı için yapmıyoruz.. Bizim endişemiz daha bölgeye gitmeden gafil avlanmak. Üç beş kahpenin işini görmeden pusuya düşmek ‘’deyiverdim. Komutan olgun adamdı ve aldığı psikoloji eğitiminin de  katkısıyla verdiğimiz cevabı ne niyetle verdiğimizi bildiğinden bir şey söylemeden sustu. Şurası bir gerçek ki bu ve benzeri durumlarda çenemi hiç tutamıyordum. Bu durum bir albayımızın da dikkatini çekmiş; bir defasında da ‘’Konuş konuş kırmızı çocuk, konuşunca rengin açılıyor, belki de bu ülkeyi sen kurtaracaksın..’’ latifeleriyle karşılanmıştı. Yürekten gelen her sözü çok iyi tespit ediyorlardı ve ben bir çoğunun bu melekesine hayrandım.

 

O hafta bu konuşmalar hiç olmamış gibi dışarı çıkmanın arzu ve isteği her şeyi unutturmuştu. Tedbir kimsenin aklına bile gelmiyordu. Herkes ayrı bir heyecanla sıraya girdi. Ben de 6. Bölük sırasındaydım. Gözlerim 8. Bölük sıralarının en önlerinde olması gereken İsmail’i bulmak gayesiyle adeta fır dönüyordu. Ama bir türlü göremiyordu. Ayaklarım da adeta kurşun dökmüş gibi ağırlaşmış (Bir gün önce sıkı bir maç yapmıştık) yerimden kımıldamak istemiyordum. Üstelik de oruçlu olmanın bir ağırlığı vardı üzerimde. Buna rağmen uzaktan da ‘İsmail İstasyonda beni bekler misin’’ deme arzusunu gerçekleştirebilmeliydim. Nafile beş metre ötemdeki sırada İsmail’i bir türlü göremiyordum. Üstelik o taraftan ‘’Ne haber Uşağum...’’ diyen bir ses de henüz gelmemişti...

 

Nöbetçi subay , “8. Bölük hazır  uygun adım nizamiye kapısı marş” dediğinde içimden ‘’İsmail’le buluşmamız nasibe bırakmak lazım ‘’ deyip daha fazla sıkmadım kendimi. Artık dışarı çıkmak bile içimden gelmiyordu. Üstelik mübarek Ramazan ayına girmiştik haliyle ne yiyip ne içecektik ki.  Oturup dinlenebileceğimiz bir yerlerde yiyip içmeyince de bu güzelim harici subay kıyafetleriyle kaldırımlara oturacak değildik ya. Öyleyse acele etmeye gerek yoktu...

 

8. Bölük İstasyona çoktan varmasına varmıştı ama diğer bölüktekiler 7. Bölüktekiler yüzünden bir türlü dışarıya çıkamıyordu. Arkadaşları muziplik yapacağı tutmuş bir türlü şu rap rap yürüyüşünü yapmıyorlar ayrıca kendilerini uyaran  nöbetçi subayı da makaraya sarıyorlardı.  O da onları her defasında nizamiye kapısından döndürüyor yeni baştan yürütüyordu. Neredeyse yarım saat böyle geçti. En sonunda diğer bölükteki arkadaşlarla daha fazla öfkemize hakim olamayarak ‘’Doğru yürüsenize kardeşim, sizin yüzünüzden kurşun asker olduk. Adamın asabını bozmayın, çocuk bahçesi mi burası...’’ gibisinden sitayişli sözlerle hem merhamet hem azıcık da olsa tehdit arz eden sözler kullandık. Tabii Yaradan’ın vuslat günü gelmeyenleri oyaladığını nereden bilirdik.

 

7. Bölük Nizamiye kapısına yanaşmaya başlamış ardından 6. Bölük olarak bizler yürümeye başlamıştık ki, tok bir patlama sesi duyduk. Bir gün evvel Cuma akşamı Pendik’te de demiryoluna bırakılmış meçhul bir paket patlamış herhangi bir şey olmadığı için umursamamıştık. Bu defa da öyle bir şeydir deyip üzerinde durmamaya hazırlanmıştık ki etrafımızın askerle sarıldığını gördük. Bizlerin güvenliği için nizamiye kapısının önünü süratle kesmişlerdi. Biz arkadaşlarımız çatışma ortasında kaldı diyerek silah isterken onlar ise bizleri Mehmetçiğe ait o mert yüzleriyle sakinleştirmeye çalışıyorlardı.

 

8. Bölüktekilerin  tren istasyonuna çoktan ulaştığını biliyorduk. Tahminen 7. bölüktekiler de ancak yaklaşmışlardı. Bizim bölük ve diğerleri daha nizamiye kapısına bile varamamıştı. Haliyle kantine geri dönmek zorunda kalmış pür dikkat televizyondaki haberleri izliyorduk. TRT 1’in yayını aniden kesilip İlk alt yazı geçince durumun şaşkınlıktan kurtulup durumun vahametini idrak etmeye başladık. Yazı şöyle akıyordu: “Tuzla tren İstasyonunda patlama: İki asteğmen öğrenci şehit biri asker beş yaralı. Ardından bir alt yazı daha bu defa: Beş asteğmen üç asker şehit 7 yaralı...

 

Gözlerim televizyonda olmasına rağmen İnşaat Mühendisi Oflu arkadaşım Mehmet’le dertleşiyordum. Onu da bölükler arası maç yüzünden yanımızda tutmuş evci iznine tabi olduğu halde halasına gitmesine müsaade etmemiştik. Haliyle okuldaki bu meyus hale o da ortak olmuştu. Bir ara Mehmet’in yüzüne bakarak  “İsmail acaba nerededir...”  demeye kalmamıştı ki İsmail’le aynı bölükteki ortak arkadaşımız Bedir yanımıza geldi. Heyecanını yatıştırmaya çalışarak Hakan, ‘’ İsmail ayağından yaralı olarak revire kaldırılmış’’ dedi. Hemen nefes nefese beraberce revire koştuk. Koşarken okul komutanının aracı yanımızdan geçiyordu yüz yüze geldiğimizde kendisini suçlar gibi bir yüz ifadesi kullandığımı hatırlıyorum. Revire vardığımızda tabip subayların olaydan en küçük bir haberleri yoktu. Kendi aralarında şen şakrak konuşuyorlardı. Bilmemelerine rağmen neşeleri beni kızdırdı, burada böyle kimse yok demelerine rağmen reviri baştan başa gezdim. Kimsenin olmadığına emin olduktan sonra hemen 8. Bölük merkezine doğru koşturduk. Bölüğün kapısından içeri kendimizi öyle hışımla attık ki az kalsın birbirimize çarpıp yuvarlanacaktık.  İkinci kata bölük bilgisayar odasına yaklaştığımızda kapının önünde bölük komutanı yüzbaşıyı yere çömelmiş ağlarken görünce hemen bilgisayardaki arkadaşa yöneldik. Daha ağzımızı açıp bir şey sormamıza kalmadı ekranda İsmail Kaya adını gördük ki, Bedir’de ben de orada koptuk. Yüzbaşı bir yanda Bedir’le ben bir yanda yere çömelip dakikalarca sessiz sessiz ağladık...

 

Belli ki bu mübarek ayın daha ilk gününde henüz oruca başladığımız ilk saatlerde İsmail ve diğer gül yüzlü kardeşlerimiz; bizimle değil de yaratılanların en şereflisi Sevgili Peygamberimiz Resulallah’la iftar açmaya gitmişlerdi. Ve bizler kalplerimizi ancak böyle teskin edebiliyorduk.

 

Alparslan: “Saat tam 04’tü...”

 

Sevgili Fırat, İsmail’le fakülteden sınıf arkadaşıydı. Askerlikte ayrılmamışlar aynı zamanda askerlik yapmaya karar vermişler ve kader onları Tuzla’da da bir araya getirmişti. Ben de Fırat’la canım kardeşim  İsmail vasıtasıyla tanışıyordum. İsmail, onun hakkında fakültede okuduğu yıllarda uzun saçlı, küpeli takılıp dünyevi yaşayan kızlara son derece yakın ilişkiler içinde olduğunu daha sonra ne hikmetse bir anda tasavvufa merak saldığını şimdi ise kendi yaşantılarını bile beğenmediğini söylemişti bana. İsmail rahmetli olduğu gün de Fırat son derece mütevekkildi. İsmail’e en yakın arkadaşlarından biri olmasına rağmen hiçbir zaman aşırı bir üzüntüsüne rastlamadım. İçimizde en sulu gözlü İsmail’in yediği içtiği ayrı gitmez diğer arkadaşı Alpaslan’dı. O da bu durumu şöyle anlatmıştı; “Ben ağlamayayım da kimler ağlasın arkadaşlar. İlk iftarı açmak üzere kendisini bize davet emiştim. Onun sevdiği her şeyi anneme yaptırdıktan sonra iftar vakti ne zaman gelecek diye televizyon karşısına geçmiş biraz oyalanayım dediğim anda televizyondaki kadın spiker Tuzla’daki patlamada şehit olanlar arasında  İsmail’in ismini okumasın mı?Hayatı bu kadar paylaştığım dostum, üstelik bana misafir olacak bir gün de aramızdan ayrılıyor. Siz olsanız daha fazla metanetli olabilir misiniz?..”  

 

 

Aradan tam on gün geçmişti. Hepimizin kura çektiğimiz bölgelere gideceğimiz gün iyiden iyiye yaklaşmıştı. Kantinde oturmuş hem bu mevzuyu konuşuyor hem de evci çıkan arkadaşlarn özlediğimizden dönüşlerini bekliyorduk. Alpaslan da ailecek evleri İstanbul’da olması sebebiyle evci iznine çıkan arkadaşlarımızdandı. Bir ara bir siluet gibi kantin kapısından içeriye doğru girdiğini ve yine siluet gibi çıkış kapısına doğru yürüdüğünü gördüm. Belli ki dışarıdan yeni gelmiş kendisini anlayacak birileri varsa takılacak yoksa öylesine geçip gidecekti. Bu halini hisseder hissetmez seslendim o da bizi kırmayıp yanımıza oturdu. Uzun süre sesi çıkmayınca arkadaşlarla muhabbet esnasında çaktırmadan kendisini süzdüğüm de gözyaşlarını da belli etmeden ağladığını gördüm. Eşeklik edip “Yeter be Alpaslan, bak Fırat en az senin kadar İsmail’e yakındı. Ondaki tevekkül halini görmüyor musun?. Şehitler ölmez be güzel kardeşim ağlayıp da hem kendi ruhuna hem de onun ruhuna niye acı veriyorsun ki “ dedim. Az sonra kelimeler ağzından teker teker dökülmeye başladığında bir kez daha insanları dinlemeden konuşmanın ahmaklığını anladım. Yüzüme bakıp daha fazla ağlamamak için dudaklarını ısırmaya başladı. Ardından bunu biliyorum ve olay yüzünden ağlamıyorum dedi.

 

“Pekiyi ne için ağlıyorsun” dediğimde;

 

Arkadaşlar bu durumu ben de biliyorum ve kabul etmek boynumun borcu. Ancak dün gece yarısı can kardeşimi,  İsmail’i karşımda görünce şehitliğin nasıl bir şey olduğunu anladım onun için ağlıyorum” dedi.

 

Hepimiz sanki bir ağızdan,

 

Nasıl gördün:

 

 İftara yapıp erkenden uyumuştum. Sahura kalkmayı da pek düşünmüyordum. O niyetle olsa gerek bayağı da derin uyuyordum. Bir ara omzuma annemin dokunduğunu sandım. Tamam anne kalkmayacağım dedim. Ancak hala sarsılıyordum bir yandan da ‘Alpaslan, Alpaslan kalk bak sahur vakti. Hadi sahura kalk!”diyen İsmail’in sesini duydum. Rüya görüyorum sandım ama omzum hala dürtülünce baktım ki İsmail karşımda üstelik şehit olmadan ki askerlik kıyafetleriyle karşımda  duruyor.

 

Sanki hiç ölmemiş gibi o güzel yüzü hala gülücükler dağıtıyordu.

 

Bir an kendimi toparlayıp “İsmail sen ölmedim mi dedim...”

 

Yüzüme tebessüm edip parmağını dudaklarına getirip sus işareti yaptı ve gözlerimin önünden geçip gitti. Şimdi söyler misiniz ben nasıl ağlamayayım?..”

 

Şahsım adına söyleyeyim tam bir gerzeklik anı yaşıyordum ki o devam etti:

 

Bizi burada sahura kaçta kaldırıyorlar:

 

-Senin de bildiğin gibi sabaha karşı dörtte.

 

-İşte İsmail beni kaldırdığında da gözüm saate takılmıştı ki saat tam tamına  04:00 idi.

 

Uğurlar Olsun Yiğidim...

 

Rahmetli İsmail Kadıköy’deki GATA’dan askeri törenle uğurlanacağından tören mangasında yer alacak arkadaşları seçme görevi bana verilmişti. En yakın arkadaşlarından bir manga seç denmişti. Seçmiş ve arkadaşlarla beraber morgun önünde sıraya dizilmiştik. Hepimiz de heykel gibi dizilmiş içimizdeki bu memleketi bölmek için her türlü gafleti, ahmaklığı satılmışlığı gerçekleştirenlere karşı oluşmuş öfkeyi yüzlerimize yansıtmıştık.  Az sonra cenazeler göründü. Hangisi İsmail’di göremedim ama içleri adeta boş gibi geldi bana. Sanki kimse ölmemişti. Bir veda anı da yok gibiydi zamanda. Her şey göstermelikmiş gibi geldi bana. Zaman sanki onlar için aslını bulmuştu, mekansızlık asıl mekan gibiydi adeta sadece hissettiğim bunca şeyi bilememenin ıstırabı vardı içimde. İçimden ne İsmail’e, ne de diğer kardeşlerime kalpten kalbe bir mesaj da geçmedim. Kendi kendime İsmailsiz yüküm daha da arttı diyebildim o kadar.

 

İsmail Trabzon -Arsinli olmasına rağmen ailesinin Konya’da ikamet etmesi sebebiyle cenazesi bu maddi olduğu kadar manevi havası da güzel şehrimize defnedildi. Belli ki Yaradan Resulallah’a gitmeden evvel bir de Hz. Mevlana sofrasında ağırlayacaktı onu ve bizler de vakti gelene kadar bu ikrama hep hasret yaşayacaktık...

 

İsmail madden gitmişti artık.   Ahretlik bir çeyiz gibi sanduka içinde gitmişti. Her  şey ömür denen hikayenin görünüşte “hüzünlü bir gün” dipnotuyla aktarılmış sayfalarını yaşamaktan ibaretti ve bizler de o sayfaları yaşıyorduk. Rahmetlinin ailesine teslim edilecek eşyaları gördüğüm de ise bu hikayenin en hüzünlü sayfasının daha henüz bitmediğini anladım.

 

 

 

Cevşen mi Dedin Uşağum?..

 

Fırat ve İsmail Üsküdar’da seviyeli bir lokanta da diğer arkadaşlarıyla buluşmak üzere sözleşmişlerdi. Rahmetli ayaküstü karşılaşınca beni de bu buluşmaya davet etmişti. Hep birlikte sade ama güzel bir yemek yemiştik. İsmail, okul sonrası erken askerlik kararı aldırıp gelmem sebebiyle daha hala baba parası harcadığımı biliyordu. Bu yüzden aileme yük olmamak maksadıyla paramı dikkatli kullandığımı da biliyordu o yüzden tatlıyı kendisi ısmarladı. İtiraz etmeyeceğimi bilse yediğim yemeğin de parasını ödeyeceğini biliyordum. Çok cömertti yedirmekten, bir şeyler ısmarlamaktan müthiş derece de haz alırdı bu da çehresine hemen yansırdı..

 

Yemek bitince Üsküdar’ın tam merkezinde Üsküdar-Eminönü iskelesini tam karşısındaki cami de öğle namazımızı kılmak için abdest aldık. Sünnet namazının ardından farzı kılmak için hocayı bekliyorduk. O sırada vakti boş geçirmeyip cebimdeki cevşeni yerinden çıkarıp bir iki dua okumak istedim. İsmail hemen ellerime atılıp kulağıma fısıltıyla “Uşağım bu da nedir” dedi.

 

Cevşen İsmail, yani zırh dedim.

 

Nasıl zırh...

 

 Peygamber Efendimize Bedir Harbi sırasında Cebrail Aleyhisselam geliyor ve burada yazılan duaları ve ayetleri üzerinde taşır ve okursa üzerindeki zırhlara ihtiyacı kalmayacağını söylüyor. Resulallah’ta öyle yapıyor ve üzerindeki zırhları çıkararak o günden sonra bu duaları yanında taşıyor...

 

Doğrusun bir ara duymuştum “ deyince,

 

tekrar devam ettim:

 

-         Üstelik bu cevşeni üzerinde taşır ve okursan türlü görünür görünmez belalardan koruduğu gibi eğer üzerinde taşırken ölürsen şehit olursun inşaallah”

 

Yüzümü ciddiyetle bakıp:

 

Çıktıktan sonra unutma mutlaka bana da, bana da alalım

dedi.

 

Bunun üzerine;

 

Gerek yok dedim İsmail, nasıl olmuşsa bir kardeşimin cevşeni de ben de kalmış ben iki tane taşıyorum. Elimdekini sana hediye ediyorum” dedim...

 

O kadar sevindi ki,

 

Aceleyle eline alıp okumaya başladı sonra namaza durmak için ayağa kalktığımız da öpüp cebine koydu.

 

İşte o Cevşen İsmail’in ailesine teslim edilecek eşyalar arasındaydı. Üstelik o cevşen yapraklarının arkasında Isparta-Aksu’da içimden niye bu şiiri yazıyorum diyerek yazdığım “Son-Güller” şiiri de vardı. Kaderin ulvi bir malumatıydı ki bu şiir de Yüce Allah’ın vaadinin şahitleri, şehitlerden bahsediyorduk...

 

****

 

YAKAZA ADAMLARI

Hakan yılmaz ÇEBİ’nin

Hazırlanmış ama basımı şimdiye kadar

İlahi kuderet trafından beklatilmiş ilk kitabından… 
 

“Tuzla Piyade Okulu’nda 235. Dönem yedek subay öğrenci iken şehit düşen sevgili arkadaşım İsmail Kaya’nın aziz hatırasına... O pak ruhun şâd olsun kardeşim...”

 

 

ALLAH’A ISMARLADIK İSMAİL KAYA’YI

 

Koskoca şehrin kanlı şafağında sefil

bir yıldız gibi düştüm, sevgili İsmail

gözlerimde, senden mermerlere düşmüş bir cüz

ve karlı ellerimden dökülen binlerce gül...

 

bir kuşluk vakti henüz geceden

göçmen kuşlara mıydın bilmem ki kefil

senden kalan mâbeddeki izlerden

“Şehit’im” deyip namaz dokudum İsmail

 

gördüm ki Konya’da Mevlâna’nın avucunda

Resûlullah elinden iftar açıyorsun

davetin ki gönlümüzün nûrdan sarayında

inşââllah bizi de bir gün çağıracaksın. 

  

koskoca şehrin kanlı şafağında sefil

bir çift elâ nehirle aktım İsmail

ben ki çöllerde hasretle eğilmiş bir fidan

sen kevserinle âb-ı hayat gibi dikil...

 

bir ezan mûsukîsi ki duyulur ötelerden

‘’Fırat’’ gene taşmış dersin “hak hak!” için

Kırmızı çocuk” renk ister bahçendeki güllerden

Alpaslan’ın elindeki Kur’an dirilmek için.

 

göl olmuş gözlerim, kirpiklerim saz

turnalar kanatsın içimdeki yarayı

melekler bilirler, budur göklerdeki naz

“Allah’a ısmarladık” İsmail Kaya’yı...

 

 

1993/Tuzla